26 Aralık 2010 Pazar

"Kişisel-Dumanlı Hava Sahası"nı destekliyoruz.!? :)

Genç adam, kısık gözleriyle artık iyice beliren Ay’ı yakalayıp elindekini işaret ederek konuşmaya başladı:
“Bu zıkkımı içenlere neden içtiklerini sorduğunda onun kendilerine, dertlerine, acılarına, isyanlarına yoldaşlık ettiğini söylerler. Oysa çoğu, onun, içene yoldaşlık etmekten öte can verdiğini, ciğerlere hayat üflediğini fark etmez. Kaskatı olmuş dünyanın dört bir yanından bin bir derdini emen bu gökyüzünden kendi payıma düşen kurşun gibi ağırlaşmış havayı ciğerlerime doldurmak isteyip de bir türlü beceremediğimde oksijen maskesi gibi imdadıma yetişir işte bu meret. İnsanların temiz dediği o dumansız hava, o kadar fazla insan yığınıyla doludur ki bazen, sigaramdan koca bir duman çekip kendi pisliğimde boğulmak bana o temiz dedikleri havadan bin kat iyi gelir. İşte bana bu yüzden zevk veriyor bu meret ve içtikçe içime kene gibi yapışmış asalakları kovuyor, kendi bokuma daha çok batıyorum. Al hadi, yak sen de bir tane.”

15 Kasım 2010 Pazartesi

Algı(??)

Bir yerden bir taş bulup üzerinde ''beni aç'' yazısını görme ihtimalimiz ne kadar düşükse, algılarımızın açılma ihtimali de o derece düşüktür. O taşı açsak bile içinde bir tek tüy bulup ''bu ne lan'' dememe ihtimalimiz de o derece düşük. Ancak bizler anlayamadığımız şeyleri yüceltmeyi ve hatta tapınmayı çok severiz. Üstelik de bu ''anlayamayan'' güruh kendi benzerlerini de görüp daha da coşarsa, asıl anlaşılması gereken şeyler yitip gider. O tüy uçar, geriye bomboş bir taş kalır. Sen de kendini o boş taşın içine kapatıp bomboş bilincini yüceleştirme ritüelleriyle doldurursun. Böylece rahatlatırsın kendini. Hayran olmanın kendini kusursuzlaştırdığını ve kendini de giderek o hayran olduğuna özdeşleştirdiğini sanarak kandırırsın. Halbuki sen azalırsın sadece ve bir yerde zavallılaşırsın.

Aklımız gerçek hayatta olup bitenlerin olasılıklarını hesaplayarak yine olabilecek şeyleri bize çaktırmadan programlarken bizler aklın bize bıraktığı filtreden geçip gidenleri bir süre sonra uyuklayarak takip ederiz. O filtresi kırılmışların yaptıklarına bakınca da sadece hayranlığımız ve bomboş övme laflarımızdan başka bir bokumuz kalmıyor elimizde. Sadece hissetmekle, insan kendini yok edecektir. Hissetmek cennetin kapısının önünde dolanıp durmaktan başka nedir ki? Hissetmek ve içeri almak gerek. Algılamak gerek. Bilmek tüm bütün bunların noktası. Sonrası sessizlik ve yansımalar başlar.

31 Ekim 2010 Pazar

Ordet


Ben bir duvarcıyım. Ben evler yaparım, ama hiç kimse içinde yaşamaz. Kendileri yapmayı severler. Nasıl yapılacağını bilmedikleri halde kendileri yaparlar. Bu yüzden bazıları yarısı bitmiş kulübelerde, kimi yıkıntılarda yaşar ve çoğu da evsiz dolaşır. Siz eve ihtiyacı olanlardan mısınız?

21 Ekim 2010 Perşembe

Arz-ı Hal

Ben de günahkar kullarındanım Allahım...
Bir Kulhuvallahi bilirim dualardan,
Bir de -Yarabbi şükür- demeyi doyunca,
Bir kere oruç tutmam ramazan boyunca,
Ama çekmediğim kalmadı sevdalardan.
Ben de günahkar kullarındanım Allahım!...

Benim gibi kulun çok dünyada, Allahım!...
Eğer bilmiyorsan işte, haberin olsun.
Ekmek derdi, aşk derdi unutturdu seni.
İnsan hatırlamıyor dün ne yediğini.
Zaten yediğimiz ne ki hatırda dursun.
Benim gibi kulun çok dünyada, Allahım!...

Yazdıklarıma sakın darılma Allahım!...
Meleklerin sana bunları söylemezler.
Artık, pek yarattığın gibi değil dünya
İnsanlar hem sabuna karıştı, hem suya:
Ne olursun hoşuna gitmediyse eğer,
Yazdıklarıma sakın darılma Allahım!...

Sana bir şey soracağım, affet, Allahım!...
Beş vakit kızlar doluyor camilerine,
Beyaz yaşmaklı, beyaz tenli masum kızlar...
Benim bir defa görüşte yüreğim sızlar;
Sen tutulmadın mı, içlerinden birine?
Sana bir şey soracağım, affet, Allahım!...

İşte insanlar bu minval üzre, Allahım!...
Kıt kanaat sere serpe yollar boyunca
Sen, bizim için hala o ezeli sırsın.
Sen de, bizi bilmiş olsan, başkalaşırsın...
Herkesin kederi, gailesi boyunca.
İşte insanlar bu minval üzre, Allahım!...

Turgut Uyar  

20 Ekim 2010 Çarşamba

Tezer Özlü - Çocukluğun Soğuk Geceleri


İki insanın sarılarak geçirdiği bu sarsıntı özü olmalı evrenin.

"...bizi saran sıcaklığın. Soğuyan gecelerin. ve geceleri gökyüzünü bürüyen yıldızların. Akdeniz’in üzerini kaplayan mavi gökyüzünün özü olmalı bu birleşme. Bu ıslaklık. Sonsuza dek varan, yaşatan, sonra yaşamı uzaklara, Akdeniz’in kıyılarında beyazlaşan dalgaları ya da yeşil durgunluğu gerisindeki ufuklara iten gücün.

Bizi saran sıcaklığın. Soğuyan gecelerin. Ve geceleri bürüyen yıldızların. ve dolunayın. Ve dolunayla birlikte uykusuz kalan insanların. Dolunayla birlikte uykusuz kalınan gecelerin soluk, sisli sabahlarında ölümü bekleyen insanların.
(ölüm de bir günlük olay değil mi?)
Bizi saran sıcaklığın. Soğuyan gecelerin. Ve geceleri bürüyen yıldızların. İki insanın sarılarak geçirdiği bu sarsıntı özü olmalı evrenin. Sonsuza dek varan, var eden, yaşatan, yaşamı ileri çağlara doğru uzatan bu birleşme..."

13 Ekim 2010 Çarşamba

Celisse'ye dair film gibi bir rüya! Bilinçaltımdan talepte bulunsam tekrar gösterime girer mi acaba?

Hayatımın en akıl almaz rüyasını aktarıyorum; fakat buradaki kişinin kim olduğu saklı kalsın diye yine bir başka rüyada Onu Celisse ismiyle gördüğüm için o kişinin ismini burada Celisse olarak değiştiriyorum ve  rüyanın aktarımını da biraz hikayeleştiriyorum; lakin içerik birebirdir.
___________________________________________________________________________
Allah’ım bu nasıl bir uğultu? Neden bu kadar çok konuşuyor insanlar? Dayanamıyorum onları duymaya, kaçmalıyım, kıpırdayamıyorum ve üstelik bir şey de göremiyorum, kör olmuşum. Dizlerimin üstüne çöküyorum tüm yenilmişliğimle, ne yapacağımı bilmez bir haldeyim. Biri tutuyor omzumdan, sert bir şekilde sarsıyor: “kalk ayağa… Kalksana!” diye bağırıyor bana. Tanıyorum bu sesi, nasıl da seviniyorum. Celisse bu, evet Celisse’nin sesi. Sarılmak istiyorum ama belli ki bir yere yetişmeliyiz, kaldırıyor beni, elimden tutuyor ve koşarak beni bir yerlere sürüklüyor. Hiçbir şey göremediğimi bildiği halde koşturuyor beni, takılıyorum, düşüyorum, dizlerim kanıyor sanırım, her yerim acıyor. Saatlerdir koşuyoruz galiba, çok yoruldum. “Dur” diyorum Celisse’ye “Dur artık, tükendim ben.” Duruyor ve yakamdan sıkıca tutarak “koş dedim sana, koş ve ben dur diyene kadar durma” diyor. Ağlayacak oluyorum, Allah’ım nasıl bir azaptır bu, hiç gücüm yok. Yapıyorum yine de dediğini son gücümle elimden geldiğince koşmaya çalışıyorum. Bir de görebilsem nereye gittiğimizi göremiyorum, sadece kumda koştuğumuzu hissediyorum ve baştaki kalabalığın uğultusundan çıktığımızı anlıyorum. Derken Celisse bir anda duruyor ve tuttuğu elimi savurarak beni yere düşürüyor. “işte geldik.” diyor. Ellerimle yokluyorum yeri, nereye geldiğimizi anlamaya çalışıyorum. Nafile, anlayamıyorum. Tek anlayabildiğim şey artık kum değil taş bir zeminde olduğumuz. Garip, çölün ortasında taş bir zemin olur mu diye düşünüyorum. Celisse’nin sesini duyuyorum sonra “ayağa kalk ve bana bak” diyor, iyi de ben göremiyorum ki. Nasıl bakayım? Söylüyorum bunu ona, sert bir şekilde tekrarlıyor, “ayağa kalk ve bana bak”. Ayağa kalkıyorum, o anda ilginç bir şey daha hissediyorum, sanki bir boşluk içindeyim, bu hissin ne olduğunu anlamaya çalışırken Celisse’nin etrafımda döndüğünü hissederek bu uğraşıma son veriyorum.  “Bana bak” diyor Celisse tekrar tekrar. “Gör beni.” Allah’ım ağlayacağım, göremiyorum ki ben, göremiyorum. Bir oraya bir buraya dönüyorum, ses nereden geliyorsa oraya bakmaya çalışıyorum ama göremiyorum işte. Bir anda dibimde hissediyorum Celisse’yi. Eliyle çenemi tutuyor sıkıca, “bana bak dedim sana” diyor. Sözünü bitirir bitirmez açılıyor gözlerim, bakıyorum, evet görüyorum. Gözlerini, saçlarını, elini… Allah’ım görebiliyorum. Sarılmak istiyorum yine ama 3-4 metre yükseliyor bir anda. Ve yükseldiği anda nefesim kesiliyor. Allah’ım nerdeyiz biz? Uzay burası evet. Küçük bir göktaşının üstündeyim ben de. Etrafıma bakıyorum şaşkınlıkla. Kapkara bir evren içerisinde pembeden beyaza kaçan, koyu yeşilden açılarak beyaza ulaşan renkler ve binlerce yıldız, gezegen. Solumda devasa güneş, kocaman turuncu bir portakal gibi. Parlamıyor ama sönük de değil. Gün batımında aldığı hal gibi sadece turuncu, orada bekliyor öylece. Ne var başka diye merak ediyor, bakınıyorum ama Celisse yine bağırıyor bana: “uç ve yanıma gel”. Uçmak mı? Bu kadarı fazla değil mi? Nasıl uçayım ben? Tekrarlıyor “uç ve yanıma gel”, zıplıyorum, zıplıyorum. Olmuyor uçamıyorum. Ağlasam olmaz mı, dayanamıyorum, yoruldum. Celisse kızgın bir şekilde hızla üzerime doğru uçuyor ve o anda ayak bileğinden çektiği stilettosunu doğrultuyor bana. Bana mı saplayacak? Kapadım gözlerimi yine, korktum. Saplamadı, çenemin altında tutuyor bıçağın sivri uçunu. “uç dedim sana” diyor ve çeneme bastırdığı bıçağı yukarıya doğru kaldırıyor, aman Allah’ım uçuyor muyum ben? Haha, ayaklarım yerden kesildi, uçuyorum evet. Nasıl mutlu oluyorum ama belli edemiyorum, çekiniyorum. Bıçağı çenemden çekiyor Celisse ve bana uzatıyor. Nasıl güzel bir stiletto bu, ne harika işlemeler üstündekiler. Celisse’nin bana baktığını hissediyorum, yanlış bir şey yapmış çocuk gibi kaşlarımı kaldırarak bakıyorum ona. İlk defa gülümsüyor bana, şaşırıyorum. “Hadi” diyor “hadi sapla o bıçağı göğsüme ve karın deliğime kadar yar bedenimi” şaşırmıyorum, tereddüt etmiyorum, beklemiyorum da. Yapıyorum dediğini hemen. Bıçağı göğsüne sapladığımda küçük bir acı hissediyor sanırım, yüzünden anlıyorum. Karnına kadar çekiyorum bıçağı, turuncu bir ışık süzülüyor içinden. Parlamıyor ama sönük de değil. Tıpkı az önce gördüğüm güneş gibi. Elini uzatıyor Celisse ve “hadi gir içime” diyor. Tutuyorum elini ve sırtımı dönüyorum, yavaş yavaş yaklaşıyorum bedenine ve cenin gibi bir hal alıyorum. İşte içindeyim artık. Ardından yardığım bedeninin üzerinde elini gezdiriyor, tüm o kesik bir anda kapanıyor, beni içine hapsediyor sanki, seviniyorum. Şaşırıyorum, ilk hissettiğim yeri elindeki parmakların uçları oluyor. Parmaklarına içeriden dokunuyorum, gülüyorum. Sonra yanağını öpüyorum içeriden ve sarılıyorum ona, onun kollarıyla, onun bedenine. Gülümsediğini hissediyorum, seviniyorum, mutlu oluyorum. Tam karşımızda güneş yavaş yavaş parlamaya başlıyor, bakakalıyoruz ona bir süre. Sonra“hadi söyle bakalım, nereye gitmek istersin?” diyor, sağ alt tarafımıza bakıyor, onun baktığı yeri ben de görüyorum artık, eliyle işaret ederek “bak şurada gördüğün bizim dünyamız” diyor, “bizi bilen, tanıyan ve bizim bildiğimiz her şey, herkes orada. Oraya dönmek ister misin?” diye soruyor. Cevaplayamıyorum, düşünüyorum. Başımı sol üst tarafımıza çeviriyorum, benim baktığım yeri o da görüyor artık, garip bir şey var orada, ne gezegene ne de başka bir şeye benziyor. Evrenin siyah renkleri arasında kırmızı garip şeritler görüyorum. “Bu ne?” diye soruyorum, “bilmiyorum fakat görmek istersen gidebiliriz diyor, “Gitmek istersen gidebiliriz?” diye soruyorum ben de. Gülümsüyor. Hadi öyleyse diyerek yol alıyor ve yavaş yavaş parlayan güneşi selamlayarak merakımıza doğru gidiyoruz.
Ve böylece rüya bitiyor, uyanıyorum:)

12 Ekim 2010 Salı

İşte yeni robot teknolojisi, işte yeni robotlar. İnsanlar…


“Yüzyılın hastalığı nedir?” sorusuna cevap ararken bugün şunu soruyorum kendime; “yüzyıl öncesi ne varmış elimizde?”. Tarihe şöyle amatör bir gözle bile bakınca insan fark ediyor ki içinde bulunduğumuz dönem, düşüncenin üretilmekte zorlandığı en kısır dönemlerden biri. Şüphesiz düşünce üreten ve düşüncelere önem veren insanlar var ve Avrupa Orta Çağı kadar karanlık değiliz belki. Fakat devrimsel nitelikte düşünce ve algılayışlar kayboluyor sanki. Mücadele gücü düşüyor insanların. Orta Çağ kadar karanlık değilsek bile o zamanki ani aydınlanma gibi(tartışmaya açıktır!) bir ümidimiz yok artık.

İktisadi sistemdeki değişimlerden kaynaklandığını düşündüğüm materyalizmin gelişimiyle birlikte insanların değer yargıları fazlasıyla başkalaştı. Hatta bence değerleri kayboldu, yok oldu. 1500’lerde hüküm sürmeye başlayan Merkantilist düşünce, 1830’larda yerini çok daha vahşi olan Sömürgecilik anlayışına bırakınca sistem daha sert işlemeye ve insanların kafalarını daha sert ezmeye başladı. Bu sertliğe ses çıkaran insanlarda vardı hiç şüphesiz. Fakat çözüm olamıyorlardı gidişe ve nitekim 1920’lerde ayrıcalıklar dönemiyle başlayan ve dur durak bilmeyen bir ‘gelişim’ sürecine girdik. Artık sömürgecilik gibi bölgesel değil daha global bir vahşi sistemin can bulduğu kapital düzen girdi insan hayatına. Belki de sömürgecilikten en önemli farkı herkese kazanma(!) fırsatı veriyor olmasıydı. Sömürgecilik döneminde veya öncesinde işçi ya da köle olan birinin bu durumdan kurtulması ancak gömü bulmasına bağlıyken, kapitalist düzen insanlara “bana çalışırsan sana da kazandırırım, hem sana yetki veririm, insanlardan üstün olursun hem de zengin olur istediğin her şeyi elde edersin(materyalizm daha da vurgulanıyor böylece)” dedi. İşte yüzyılın sorunlarından biri ve bu yalana hepimiz inanıyoruz, istemesek de.

Dün kapı çaldı, koştum baktım kimmiş diye. Komşumuz çiçekli böcekli elbisesiyle gelmiş beni Rottary Klübü’nün bilmem ne otelinde gençler için düzenlediği “liderlik” konulu konferansa çağırıyor. Neymiş efendim üç gün üç gece orada kalacakmışız, sonra bize katıldığımız için referans olacaklarmış, birçok yerle onlar sayesinde bağlantı kurup kariyer basamaklarını hızla atlayabilecekmişiz falan da filan. O, güler yüzle bunları anlatırken Sartre’ın bulantısını hissetmedim dersem yalan olur. Saydığı şeylerin hepsi sağına soluna etiket yapıştırmak isteyenlerin bulunmaz fırsatları olabilirdi. Tamamen insanın dış dünyasına adanmış ‘fırsatlar’…ve bunu isteyecek insanların sayısını düşündüm de. Gerçekten ürkütücü bir sayı çıkacaktır kesinlikle, yanılmıyorum, eminim. İşte yüzyılın bir diğer hastalığı da budur bence, ‘etiket hastalığı’. Bununla birlikte gelen maddesel bağlılık bizi kendi dünyamıza dönmekten alıkoyuyor. Böylece insanlar düşünceyi sadece maddeye bağlıyor, gelişime bağlıyor. Sonuç olarak da özünü düşünmeyen insan ve onu algılayamayan insan, insani değerlerini de kaybediyor. Üstelik insanlar bunu iyi bir şeymiş gibi algılıyor. “Hmm, güzel duygularıyla karar vermeyen bir insan.” Evet evet, işte yeni robot teknolojisi, işte yeni robotlar. İnsanlar…

Kapitalist düzen savunucularını anlıyorum. Çünkü ben de savunmuyor değildim. İnsanlara emekleri karşılığında hak ettikleri parayı veriyorlar, çalışamayana ekmek vermiyorlar, rekabet teknolojiye yarıyor ve ürün teknolojisi gelişiyor böylece insanlara zaman kazandıracak alet edevatlar gelişiyor vs. iyi de zaman kaybettirecek kadar çalışmayı hangi insanoğlu dayattı bize. Yan gelip yatmanın doğru olduğu kanısında da değilim; lakin artık iyice soyutlaşan ve böylece manipülasyona daha açık hale gelen para kavramı için insan yaşamının harcanması manasız geliyor bana. Lakin hepimiz kanıyoruz bu yalana, istemesek de.


Yüzyılın sorunu, yüzyıl öncesinin sorunuyla aynı aslına bakılırsa, her yüzyıl daha vahşileşen ekonomi canavarı ve onun isteğiyle şekillenen dünya, ses çıkarmaya çalışan üç beş sinek, onlarda ‘gazetelerle’ yok ediliyor zaten. İnsan düşünmeye korkuyor, sonra düşüneni küçümsüyor utansında düşünmesin diye. Yeni robotlar üretiyoruz artık, halk kitleleri kendi ütopyasını kendi yaratıyor, başımızdakilere suç bulmayalım, onlar bu kadarını bile hayal etmemişlerdi belki de. Bu yüzden onlar bizden daha masum, dikkat edin!

10 Ekim 2010 Pazar

Sinan Çetin'den 'Kağıt' üzerinde bir film!

Altın Portakal Film Festivali kapsamında Sinan Çetin’in son filmi Kağıt’ı izleme fırsatı buldum. Fragmanından da izlediğim kadarıyla yine spekülatif bir film yapamaya karar verdiğini anladım. Nitekim filmi izledikten sonra da farklı bir şey düşünmedim. Sinan Çetin farklı bir bakış açısı ile kanunlar ve getirdikleri düzensizliği gözler önüne sermek istemiş. Fakat sahip olduğu bu yeni bakış açısı “farklı noktadan aynı mantıkla bakmak” olunca aslında değişen hiçbir şeyin olmadığı da ortaya çıkıyor.

Film, sosyal içerikli bir film çekmek isteyen Muharrem ve etrafındakilerin, onlara bu film için izin vermeyen Memur Müzeyyene karşı yaşadıklarını konu alıyor. Muharrem’in film için istediği izinler Müzeyyen’in katı bir tavırla kanunlara uyması nedeniyle reddediliyor ve onun bu reddedişleri bir insanın hayatına, birçok insanın ve bir ailenin yok olmasına neden oluyor. Muharrem de bu yapılanlara karşı bir intikam mücadelesine girişiyor.

Ve asıl sorun da işte burada ortaya çıkıyor. Sinan Çetin bu yapılanlara karşı intikamını nereden almak istiyor? Düzenin kendisinden mi yoksa kendi benliğinin bile farkında olmayan kendince düzeni korumaya çalışan bir ‘düzen askerinden mi’? Sinan Çetin bize şunu anlatıyor: “eğer Müzeyyen arkasındaki güce sığınmayıp bir imzayı atsaydı, birçok insanın hayatı değişecekti ama o kanunların ezici gücüne boyun eğip diğerlerinin hayatını mahvetti.” Evet, kabul edelim ki genel anlamda kanunların gücüne karşı bir tepki var fakat bu tepki kesinlikle devlet yapısını ve anlayışını sorgulatmaya yönelik değil. Bu tam olarak, kanun uygulayanlarla, kanunla karşılaşanların bir ayrışma yaşaması isteği, insanlar arası bir bölücülük isteği. Devletin uyguladığı fiziksel şiddete karşı Sinan Çetin’in uygulamaya çalıştığı psikolojik şiddet talebi. Gösterilmeye çalışılan şey güzel evet, kanunların insanları ne hale getirdiğine bir bakın diyor Sinan Çetin; ama sorunun kökenine inmek yerine yüzeydekilerden intikam almak peşinde kalıyor. Bu da ‘amacın üzümü yemek değil bağcıyı dövmek’ olduğu anlamına geliyor.

Asıl ürktüğüm şey ise filmden çıkarken insanların “çok güzel, çok harika bir filmdi” demeleriydi. Bu bölüşme fikri, bir şeyi uygulayanla ona maruz kalan arasındaki bu çatışma ortamının körüklenmesi fikri insanlara nasıl güzel gelmişti anlayamadım.

Ve ürktüğüm bir şey daha varsa o da çıkışta kapıya doğru ilerlerken arkamdan gelen Güven Kıraç’ın göbeğinin kıçıma kıçıma değmesi oldu. Sonra ben de önümdeki Selim Demirdelen'e değdim. Böyle bir anda tren olduk. Uvv, korku filmi gibiydi:)