31 Ekim 2010 Pazar
Ordet
21 Ekim 2010 Perşembe
Arz-ı Hal
Bir Kulhuvallahi bilirim dualardan,
Bir de -Yarabbi şükür- demeyi doyunca,
Bir kere oruç tutmam ramazan boyunca,
Ama çekmediğim kalmadı sevdalardan.
Ben de günahkar kullarındanım Allahım!...
Benim gibi kulun çok dünyada, Allahım!...
Eğer bilmiyorsan işte, haberin olsun.
Ekmek derdi, aşk derdi unutturdu seni.
İnsan hatırlamıyor dün ne yediğini.
Zaten yediğimiz ne ki hatırda dursun.
Benim gibi kulun çok dünyada, Allahım!...
Yazdıklarıma sakın darılma Allahım!...
Meleklerin sana bunları söylemezler.
Artık, pek yarattığın gibi değil dünya
İnsanlar hem sabuna karıştı, hem suya:
Ne olursun hoşuna gitmediyse eğer,
Yazdıklarıma sakın darılma Allahım!...
Sana bir şey soracağım, affet, Allahım!...
Beş vakit kızlar doluyor camilerine,
Beyaz yaşmaklı, beyaz tenli masum kızlar...
Benim bir defa görüşte yüreğim sızlar;
Sen tutulmadın mı, içlerinden birine?
Sana bir şey soracağım, affet, Allahım!...
İşte insanlar bu minval üzre, Allahım!...
Kıt kanaat sere serpe yollar boyunca
Sen, bizim için hala o ezeli sırsın.
Sen de, bizi bilmiş olsan, başkalaşırsın...
Herkesin kederi, gailesi boyunca.
İşte insanlar bu minval üzre, Allahım!...
Turgut Uyar
20 Ekim 2010 Çarşamba
Tezer Özlü - Çocukluğun Soğuk Geceleri
13 Ekim 2010 Çarşamba
Celisse'ye dair film gibi bir rüya! Bilinçaltımdan talepte bulunsam tekrar gösterime girer mi acaba?
12 Ekim 2010 Salı
İşte yeni robot teknolojisi, işte yeni robotlar. İnsanlar…
İktisadi sistemdeki değişimlerden kaynaklandığını düşündüğüm materyalizmin gelişimiyle birlikte insanların değer yargıları fazlasıyla başkalaştı. Hatta bence değerleri kayboldu, yok oldu. 1500’lerde hüküm sürmeye başlayan Merkantilist düşünce, 1830’larda yerini çok daha vahşi olan Sömürgecilik anlayışına bırakınca sistem daha sert işlemeye ve insanların kafalarını daha sert ezmeye başladı. Bu sertliğe ses çıkaran insanlarda vardı hiç şüphesiz. Fakat çözüm olamıyorlardı gidişe ve nitekim 1920’lerde ayrıcalıklar dönemiyle başlayan ve dur durak bilmeyen bir ‘gelişim’ sürecine girdik. Artık sömürgecilik gibi bölgesel değil daha global bir vahşi sistemin can bulduğu kapital düzen girdi insan hayatına. Belki de sömürgecilikten en önemli farkı herkese kazanma(!) fırsatı veriyor olmasıydı. Sömürgecilik döneminde veya öncesinde işçi ya da köle olan birinin bu durumdan kurtulması ancak gömü bulmasına bağlıyken, kapitalist düzen insanlara “bana çalışırsan sana da kazandırırım, hem sana yetki veririm, insanlardan üstün olursun hem de zengin olur istediğin her şeyi elde edersin(materyalizm daha da vurgulanıyor böylece)” dedi. İşte yüzyılın sorunlarından biri ve bu yalana hepimiz inanıyoruz, istemesek de.
Dün kapı çaldı, koştum baktım kimmiş diye. Komşumuz çiçekli böcekli elbisesiyle gelmiş beni Rottary Klübü’nün bilmem ne otelinde gençler için düzenlediği “liderlik” konulu konferansa çağırıyor. Neymiş efendim üç gün üç gece orada kalacakmışız, sonra bize katıldığımız için referans olacaklarmış, birçok yerle onlar sayesinde bağlantı kurup kariyer basamaklarını hızla atlayabilecekmişiz falan da filan. O, güler yüzle bunları anlatırken Sartre’ın bulantısını hissetmedim dersem yalan olur. Saydığı şeylerin hepsi sağına soluna etiket yapıştırmak isteyenlerin bulunmaz fırsatları olabilirdi. Tamamen insanın dış dünyasına adanmış ‘fırsatlar’…ve bunu isteyecek insanların sayısını düşündüm de. Gerçekten ürkütücü bir sayı çıkacaktır kesinlikle, yanılmıyorum, eminim. İşte yüzyılın bir diğer hastalığı da budur bence, ‘etiket hastalığı’. Bununla birlikte gelen maddesel bağlılık bizi kendi dünyamıza dönmekten alıkoyuyor. Böylece insanlar düşünceyi sadece maddeye bağlıyor, gelişime bağlıyor. Sonuç olarak da özünü düşünmeyen insan ve onu algılayamayan insan, insani değerlerini de kaybediyor. Üstelik insanlar bunu iyi bir şeymiş gibi algılıyor. “Hmm, güzel duygularıyla karar vermeyen bir insan.” Evet evet, işte yeni robot teknolojisi, işte yeni robotlar. İnsanlar…
Kapitalist düzen savunucularını anlıyorum. Çünkü ben de savunmuyor değildim. İnsanlara emekleri karşılığında hak ettikleri parayı veriyorlar, çalışamayana ekmek vermiyorlar, rekabet teknolojiye yarıyor ve ürün teknolojisi gelişiyor böylece insanlara zaman kazandıracak alet edevatlar gelişiyor vs. iyi de zaman kaybettirecek kadar çalışmayı hangi insanoğlu dayattı bize. Yan gelip yatmanın doğru olduğu kanısında da değilim; lakin artık iyice soyutlaşan ve böylece manipülasyona daha açık hale gelen para kavramı için insan yaşamının harcanması manasız geliyor bana. Lakin hepimiz kanıyoruz bu yalana, istemesek de.
Yüzyılın sorunu, yüzyıl öncesinin sorunuyla aynı aslına bakılırsa, her yüzyıl daha vahşileşen ekonomi canavarı ve onun isteğiyle şekillenen dünya, ses çıkarmaya çalışan üç beş sinek, onlarda ‘gazetelerle’ yok ediliyor zaten. İnsan düşünmeye korkuyor, sonra düşüneni küçümsüyor utansında düşünmesin diye. Yeni robotlar üretiyoruz artık, halk kitleleri kendi ütopyasını kendi yaratıyor, başımızdakilere suç bulmayalım, onlar bu kadarını bile hayal etmemişlerdi belki de. Bu yüzden onlar bizden daha masum, dikkat edin!
10 Ekim 2010 Pazar
Sinan Çetin'den 'Kağıt' üzerinde bir film!
Altın Portakal Film Festivali kapsamında Sinan Çetin’in son filmi Kağıt’ı izleme fırsatı buldum. Fragmanından da izlediğim kadarıyla yine spekülatif bir film yapamaya karar verdiğini anladım. Nitekim filmi izledikten sonra da farklı bir şey düşünmedim. Sinan Çetin farklı bir bakış açısı ile kanunlar ve getirdikleri düzensizliği gözler önüne sermek istemiş. Fakat sahip olduğu bu yeni bakış açısı “farklı noktadan aynı mantıkla bakmak” olunca aslında değişen hiçbir şeyin olmadığı da ortaya çıkıyor.
Film, sosyal içerikli bir film çekmek isteyen Muharrem ve etrafındakilerin, onlara bu film için izin vermeyen Memur Müzeyyene karşı yaşadıklarını konu alıyor. Muharrem’in film için istediği izinler Müzeyyen’in katı bir tavırla kanunlara uyması nedeniyle reddediliyor ve onun bu reddedişleri bir insanın hayatına, birçok insanın ve bir ailenin yok olmasına neden oluyor. Muharrem de bu yapılanlara karşı bir intikam mücadelesine girişiyor.
Ve asıl sorun da işte burada ortaya çıkıyor. Sinan Çetin bu yapılanlara karşı intikamını nereden almak istiyor? Düzenin kendisinden mi yoksa kendi benliğinin bile farkında olmayan kendince düzeni korumaya çalışan bir ‘düzen askerinden mi’? Sinan Çetin bize şunu anlatıyor: “eğer Müzeyyen arkasındaki güce sığınmayıp bir imzayı atsaydı, birçok insanın hayatı değişecekti ama o kanunların ezici gücüne boyun eğip diğerlerinin hayatını mahvetti.” Evet, kabul edelim ki genel anlamda kanunların gücüne karşı bir tepki var fakat bu tepki kesinlikle devlet yapısını ve anlayışını sorgulatmaya yönelik değil. Bu tam olarak, kanun uygulayanlarla, kanunla karşılaşanların bir ayrışma yaşaması isteği, insanlar arası bir bölücülük isteği. Devletin uyguladığı fiziksel şiddete karşı Sinan Çetin’in uygulamaya çalıştığı psikolojik şiddet talebi. Gösterilmeye çalışılan şey güzel evet, kanunların insanları ne hale getirdiğine bir bakın diyor Sinan Çetin; ama sorunun kökenine inmek yerine yüzeydekilerden intikam almak peşinde kalıyor. Bu da ‘amacın üzümü yemek değil bağcıyı dövmek’ olduğu anlamına geliyor.
Asıl ürktüğüm şey ise filmden çıkarken insanların “çok güzel, çok harika bir filmdi” demeleriydi. Bu bölüşme fikri, bir şeyi uygulayanla ona maruz kalan arasındaki bu çatışma ortamının körüklenmesi fikri insanlara nasıl güzel gelmişti anlayamadım.
Ve ürktüğüm bir şey daha varsa o da çıkışta kapıya doğru ilerlerken arkamdan gelen Güven Kıraç’ın göbeğinin kıçıma kıçıma değmesi oldu. Sonra ben de önümdeki Selim Demirdelen'e değdim. Böyle bir anda tren olduk. Uvv, korku filmi gibiydi:)