8 Ekim 2010 Cuma

Fromm'u gördüm bugün! - 2 -

FROMM:

Çağdaş insan için çalışmanın ne anlama geldiğini tartışırken bu durumu örnekleyen bir olayı şöyle ele almıştık: durup dinlemeden etkinlik gösterme isteğinin, yalnızlık ve kaygıdan kaynaklandığını görmüştük. Bu çalışma zorlanımı, insani güç gerektirdiği kadar çalıştığı, ayrıca kendi kişilik yapılarındaki güçlerle yönlendirilmediği diğer kültürlerdeki çalışma tutumundan farklıydı. Günümüzde, tüm normal insanlarda, aynı çalışma itkisi bulunduğundan, durumun usdışı özelliği kolayca gözden kaçabiliyor. Normal kişi için öznel kişilik işlevi, uygulama açısından kendisi için gerekli olanlara uygun davranmasına yol açarken, ona, yaptığı etkinlikten dolayı psikolojik bir doyum vermektedir.

İnsan, toplumsal koşullara uyarlanmakla, kendisinde zorunlu olduğu şekilde hareket etme isteği uyandıran özellikler geliştirir. Belli bir toplumdaki insanların çoğunluğunun kişiliği –yani toplumsal kişiliği- bireyin bu toplumda yerine getirmek zorunda olduğu nesnel yükümlülüklerle uyarlanmışsa, insanların enerjileri, onları o toplumun işlenmesi için kaçınılmaz üretici güçler haline getirecek kalıplar içinde biçimlendirilir. Örneğin, çağdaş sanayi dizgemiz, enerjimizin çoğunun çalışmak yönünde akıtılmasını gerektirmektedir. İnsanlar yalnızca dışsal gereksinimler yüzünden çalışıyor olsaydı, yapmak zorunda olduklarıyla yapmak istedikleri arasında pek çok sürtüşme meydana gelecek ve bu onların verimliliğini azaltacaktı. Ne var ki, kişiliğin toplumsal gerekliliklere dinamik uyumuyla, insan enerjisini sürtüşmeye neden olmak yerine özgül gereksinimlere uygun şekilde davranma eğilimi oluşturacak şekilde biçimlenmiştir. Dolayısıyla çağdaş insan böylesine çok çalışmak zorunda bırakılmamış, psikolojik önemi çerçevesinde çözümlemeye çalıştığımız o içsel çalışma zorlanımına kapılması sağlanmıştır. Ya da açık yetkelere boyun eğmek yerine, onu herhangi bir dışsal yetkeden çok daha etkin bir şekilde denetleyen bir içsel yetke –vicdan ve görev bilinci- geliştirmiştir. Başka bir deyişle, toplumsal kişilik, dışsal gereklilikleri içselleştirir ve böylece insan enerjisini, belli bir ekonomik ve toplumsal dizgenin yükümlülüklerine uygun şekilde kullanır. Bu durum bir kişilik yapısında bir kez gelişti mi, bu gereksinimlere uygun her davranış, hem psikolojik açıdan hem de maddi başarı açısından doyurucudur. Bir toplum bireye bu iki doyumu aynı anda verebildiği sürece, ruh-bilimsel güçlerin, toplumsal yapıyı sağlamlaştırması söz konusudur. Ama er geç bir çatlak oluşur. Yeni ekonomik koşulların gelişmesi esnasında da devam eden toplumsal anlayış zamanla yerini yenisine bırakacaktır fakat bu durum tarih sayfaları incelendiğinde görüldüğü üzere oldukça sancılı gerçekleşmiştir.

KENDİNİ BİLMEZ:

Açık yetkelere boyun eğmek yerine içsel yetkelere boyun eğmek… Hepimizin kabul edeceği bir şey vardır: insanın zevk aldığı işte çalışmasından daha güzel ne olabilir ki! Çalışma eyleminin fiziksel zorunluluğunu kabul edip daha önemli boyutta olan psikolojik zorlanmayı bir şekilde sindirme projesidir bu söz. Nitekim çoğu insan zevk alacağı işi hiçbir zaman yapamayacağından, zaten boyun eğdiği fiziksel zorlanın yanında, psikolojik zorlanmaya da kendi içinde razı gelmeye çalışacak ve bu durum toplum içinde ‘ateşi sönmüş’ insanlar oluşturup yönetilmesi daha kolay gruplar yaratacaktır. Fakat asıl soru, insanın çalışma eylemine bu şekilde adapte olup olmamasının gerekip gerekmediği sorusudur. Yine bununla birlikte sorulması gereken diğer sorular da vardır, bu sorular en baştaki cümleyi kendimize sormamızla kolaylıkla belirebilir.

Açık yetkelere boyun eğmek yerine içsel yetkelere boyun eğmek… İçimizde, yaşamımıza toplumsal alanda yön veren nelerin olduğunu sormaktır bu soru bir nevi. Peki, bu soruyu sorduğumuzda neler buluyoruz içimizde.

Din: insanlara açık şekilde doğruluk yoluna çağırmanın, insanlara “kime göre, neye göre” sorusunu sorduracağı düşüncesiyle belli bir güç yaratıp insanları ona yönlendirmek ve böylece en başta söylediğimiz “kendine uygun yaşanacak dünya yaratmak” isteğiyle örtüşmektedir. Oluşumunu belki böyle masum düşler üzerine kuran dinin asıl yanılsaması daha sonra ortaya çıkacak ve din adına insanları birbirine kırdırıp bundan kendilerine fayda sağlayan insanlar doğacaktır. Lakin yaptıklarıyla içsel huzura ya da psikolojik terimi ile doyuma ulaşmak isteyenler, resmin bütününe bakma gereği duymayacak ve yaşadıklarıyla huzura-doyuma ermekle kendilerini mutlu kılacaklardır. Belki de bu yüzden bir insanın dini inanışı üzerine konuşmak istenildiğinde, konuşmak isteyenin suçlanması ve dinlenmek istenmemesi bu ‘kolay’ doyumun bir nedenidir.

Devlet: dinden daha açık bir şekilde insanları dizginleyip belli bir yola sokmak için üretilmiş bu kavram, savunucuları tarafından “devlet olmasaydı kargaşa olurdu”, “devlet düzeni sağlayıp insanlara yaşama ve özgürlük hakkı tanıyan en yüce öğedir” cümleleriyle dokunulmaz kılınmaktadır. Evet, şüphe yok ki devlet kargaşadan doğmuştur. Örtünüp örtünmemek, içip içmemek, inanıp inanmamak, düşünüp düşünmemek kavgalarını, yani günümüz kavgalarını da düşündüğümüz de hepimizin etrafında kendine benzer bir topluluk görmek istemesi isteği gibi devletlerde belli bir kargaşa ortamında doğmuş olmalıdır. Lakin burada hangisinin yanlış olduğunu kavramamız gerekiyor; kendi isteklerimizle diğerlerinden soyutlanmış bir grup içinde mi yaşamak mantıklı olan yoksa herkesin kendi özünde yaşadığı tek bir dünya mı? Bu biraz ‘Biz’ romanının tek devleti gibi oldu ama burada kastettiğim özgürlükçü dünya. Ama özgürlük dedik mi de bu sefer insanlar devletlerin zaten bize zaten özgürlük verdiğini söyleyecekler. Bu durumda soruyoruz: nedir özgürlük? Özgürlük düşüncelerimizi ve isteklerimizi bir başkasının hakkına müdahale etmeden yaşabilmek midir? Eğer böyleyse dünyanın neresinde insanların özgürce düşünebildiklerini ve istedikleri gibi yaşayabildiklerini söyleyebiliriz ki. Elbette ortalama bir insan için Amerika özgürlükler ülkesi olabilecektir, aynı şekilde Türkiye’nin de olabileceği gibi. Özgür düşünce, özgür yaşam, yazının burasına kadar okunulanlardan anlaşılacağı üzere toplumla etkileşimde olan, yani sosyal bir varlık olan insan yaşamında tam anlamıyla asla yaşanamaz. Lakin her ne kadar bu yönlendirilişlere karşı durulursa o derece özgür bir yaşama kavuşulabilir. Fakat bu sözlerim özgürlük için savaşmak gibi saçma bir anlama gelmiş olmamalı. Çünkü her insan kendi özgürlüğünü yaratır, fakat bu söz bu haliyle oldukça havada kalmaktadır. Açarsak, toplum perdesiyle insanın gözü doğuşundan bu yana hep kapatılmıştır. Bunu açmak insanın kendi elindedir. Biraz anlayışla insan kolayca düşüncelerinin geliştiğini, bakış açısının büyüdüğünü görebilir. Bu durumu da yine etrafından kazanacağı için etrafına farkındalıklı bir yaşam için yeni bakış açıları kazandırmaya yönelik çalışmalara dahil olabilir. Fakat bunun statik bir toplum psikolojisi olmasını önlenmeli daha dinamik hale getirilmelidir. Bu da ancak kişinin, işin içerisine kendi benliğini ortaya koyarak sadece söylencelere inanıp kalmasındansa sahip olduğu düşünceyi kendisi ve etrafı adına pekiştirmesiyle olur. Toplumun bakış açısının büyümesi ise özgürlüğün daha belirgin yaşanması demektir. Fakat aslında özgürlüğün de sonunun olmadığını kendimize itiraf etmeliyiz. Fakat bu itiraf bize şunu söyletmemeli: “insanoğlu sonsuz bir özgürlük içinde başkalarının haklarına tecavüz etmekten geri durmayacaktır; bu nedenle özgürlüğün kısıtlanması ya da kontrol altına alınmasıyla diğerlerinin hakları da korunacak ve insanoğlu sapkınlıktan yolunu şaşırmayacaktır.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder