7 Ekim 2010 Perşembe

Sabahın sessiz fısıltıları (Deneme)


Kadın henüz uyanmıştı fakat erkek uykudaydı. Kadın onu seyre dalmıştı ama içinde bulunduğu ambiyansın etkisiyle hala rüyada olup olmadığı geçti bir an kafasından. Rüzgâr, ayakuçlarından görünen denizin kokusunu, ağaçları yara yara getirip tüm odanın içine yayıyor, insanın içini taze bir doğayla dolduruyor, insanı alışık olduğu dünyada değilmiş gibi olağanüstü kılıyordu. Kadının bu olağanüstülüğe kapılışı erkeğin en pasaklı ama en doğal haliyle son buldu. Ellerini yastığın altına sokmuş, salyası ağzından sızmış, saçları darmadağın, gözleri çapaklı haliyle pasaklı bir bebeği andırıyordu. Kadın ‘rüya’dan bu görüntüyle uyanınca bir an irkilir gibi olmuş, yüzünü buruşturmuştu. Fakat kendine gelmesi çok uzun sürmedi; burası gerçek dünyaydı, mükemmellik hissinin yerini doğallık almaktaydı. Kadın da zaten karşısındaki ‘küçük’ erkeğin bu doğallını sevmekteydi en çok. Onu bu haliyle seyre daldı. Hafif uzamış sakallarını kaşıdı yavaşça. Bebeğini uyandırmaya kıyamayan ama onu sevmekten de kendini alamayan bir annenin görüntüsünü andırmaktaydı bu hali. Ardından yavaşça sokuldu kadın, elmacık kemiğinin üzerine bir öpücük kondurdu küçük erkeğinin. Hafifçe doğruldu, başını sağa çevirdi, koca pencerede adeta bir tablo gibi beliren başı dumanlı yeşil dağı izledi bir süre. Tüm bunlar kalp atışlarını hızlandırmaya yetmişti. Mutluydu, kendini şanslı hissediyordu. Yavaşça kalktı ve yatağı dolanarak banyoya yöneldi. Tahtaların üzerinde gezinen çıplak ayaklarının huzurlu sesini duyarak uyandı erkek. Ona doğru döndü hemen ama kadının arkası dönüktü, çıplak sırtı ve kızıl saçlarıyla karşılaştı gözleri, bundan da pek rahatsız değildi yavaşça uzaklaşmasına izin verdi sesini çıkartmayarak. Kadın da onun uyandığını anlamıştı; yine de dönüp ona bakmak istememişti. Onları izleyen biri olsa bunun kurmaca olduğu hissine kapılırdı; birinin düşüncesine hiç karşı çıkmadan diğeri eşlik ediyordu ama kim kime eşlik ediyor bu hiç belli değildi. Doğanın tarif edilemeyen uyumu; gerçek dünyanın mükemmelliği eksiksiz olmasında değil uyumlu olmasındaydı belli ki.

Kadın banyoya girdi, küveti doldurdu, iç çamaşırlarından kurtulup hızlıca suya attı kendini. Kayarak yavaşça uyum sağladı küvetin şekline. Başını hafifçe yukarı kaldırmış, kulaklarına kadar her yerini suya daldırmıştı. Gözlerini kapamış, bacaklarını yavaşça sağa sola sallayarak dalgalandırdığı suyun içinde bedeninin sesini dinler gibiydi. Sonra kendi düşünceleriyle baş başa kalmaya başladı. Sonra düşünceleri de kovdu başından kendisiyle baş başa kaldı. Yalnızdı, yapayalnız; oysa az önce birçok şeyle beraberdi. Ayaklarının arasından görünen deniz ve ağaçlar, yanında uyuyan erkek, yanında uyanan dumanlı dağ… Hepside ne mutlu hissettirmişti kendisini. Oysa şu an hiçbiri yoktu yanında. Anlam veremedi olan bitene, garip bir melankoliye büründü ruhu. Az önceki dünyadan ne kadar uzak olduğunu hissetti ve az önce kendinden de ne kadar uzak olduğunu. Mutluluk dış nesnelerle içselleştirilen bir olgu mu demekti? Tüm onları göremeseydi ya da hissedemeseydi, kendisinde mutlu olacak bir şey bulamayacak mıydı? Aslında onda rahatsızlık hissini uyandıran şeyin bağlılık duygusu olduğunu kavraması çok uzun sürmedi. Herkes gibi o da özgür bir ruhla gelmişti dünyaya, tek farkı bunu çocukluğundan sonra da saklamayı başarabilmişti; bu özgürlüğü insanoğlu kabul etmez ve toplumsal değerlerle, sistemlerle bir şekilde yutmaya çalışırdı. O da bu isteklere karşı çıkarak bir savaş sürdürmekteydi yıllardır, kendini de bir şeye bağımlı kılmaktan korkmuştu hep. Az önce yaşadığı ‘doğal’ mutluluğun karşısında o kadar kendinden geçmişti ki kendisinden uzaklaşmak korkutmaktaydı şimdi onu. Karşısındakilerin suçu değildi bu korkunun nedeni, onlara kızmaya da hakkı yoktu; peki bunların farkında olmasına rağmen bu korkuyla ne yapacaktı?

Bu esnada erkek tekrar uyku pozisyonunu almış fakat gözlerini yummamıştı. Karşısında yükselen dağı izliyordu o da. Sonra gözleri biraz daha yakınları seyre daldı. Kadının sıcaklığı henüz kaybolmamıştı, kokusunu alabiliyor, başının şeklini hala yastığında belirgin bir şekilde görebiliyordu. Bir iki tel saçı da yastığa adeta uzanmış gibi, düzgünce duruyordu. Bunlardan biri belirgin bir şekilde, esen rüzgâra kafa tutar gibi eğilip eğilip tekrar kalkıyordu. Bir süre onu izledi erkek, ardından verdiği savaşa katlanamayıp savrulacağını düşündüğü saç telini eline aldı. Ayakucunda görünen gökyüzüne ve oradan esen rüzgâra karşı tuttu onu. Sonra bu yaptığından acı duyarcasına bir pişmanlık hissetti. Kendi vereceği bir savaşın sonucuna müdahale etmiş ve onu oradan koparmıştı. Şimdi parmaklarının arasındaydı ama onunla ne yapacaktı, bırakıp rüzgârda savruluşunu mu izleyecekti? Eğer öyleyse onun savaşına müdahale etmesinin anlamı ne olacaktı ve aslında neden bir müdahale isteği duymuştu? Bunu saç teliyle özdeşleştirdiği kadınına yapmış olsaydı ne derin bir pişmanlık hissedeceğini o anda çok daha net kavradı. Kendi istediği yaşam da bundan farksızdı. Birbirlerine yapacakları müdahale hayatın rüzgârına karşı el ele tutunmak olmalıydı en fazla, birbirlerini bir yerlere çekmeye çalışmak değil. Bu düşüncelerin ardından dikkatini tekrar saç teline verdi. Ona yaptığı haksızlığı onu bir yerlerde saklayarak gidermeyi düşündü, cüzdanına koymalıydı belki de. Yine saçmaladığını düşündü. Ona yaptığı haksızlığı, onu kendine saklayarak mı giderecekti? Zaten özgürlüğünü aldığı bu nesneyi iyice kendine hapsederek kendine bağımlı kılmaktan ne elde edecekti? Ne bekleyecekti bağımlı bir yoldaştan? Yoldaşlığın en güzel yanı değil miydi özgürce mücadele etmek? Saç teline bakarak gülümsedi, yavaşça kalktı yataktan ve yatağın hemen önündeki denize açılan balkona çıktı. Balkonun ucundan salıverdi onu, gözleri el verdiğince rüzgâra kapılışını seyretti. Kaybolduğunda o da gözlerini denize yöneltti, yaşamın devamını sağlayan o eşsiz rengin içine bırakıverdi kendini.

Kadın bu bağlılık korkusuyla etrafına bakmaktan yorulduğunu bugün çok daha net hissetmişti. Etrafındaki güzelliklerin üstünü örten kara bir kâbus gibiydi bu korkusu. Kendisiyle yüzleşmek istedi ve bunu gerçekten yüz yüze yapmak, kendi yüzüne bakarak konuşmak istedi. Yakınındaki bir el aynasını aldı, kendisiyle karşılaşmak için ona baktı; fakat ayna buhardan buğulanmıştı, göremiyordu kendini. Öylece bakakaldı bir süre, sonra toparladı kendini ve gülümsedi. Etrafıyla bu çatışma hali aslında en çok kendine ket vuruyordu. Öyle ki dış dünyaya karşı hissettiği bu bağımsızlık isteği kendini iç dünyasına daha çok bağımlı kılıyor, gerçek yüzünü göremeyecek kadar kendinden uzaklaşıyordu. Eliyle aynanın buğusunu giderdikten sonra biraz daha net görünen yüzüne baktı, içten gelen gülümseyişini görünce daha da gerildi dudakları.

Erkek banyo kapısının açıldığını duyunca daldığı mavilikten uyandı. Arkasını döndü, havluya sarılmış bedeniyle gördü kadını. Sevecen bir hal ile bakmaktaydılar birbirlerine, ikisi de az önce birbirinin ne düşündüğünden habersizdi; yine de ikisinin aklından geçen şey aynıydı. Doğanın uyumu, gerçek yaşamın mükemmelliği… Erkek yavaşça elini uzattı, kadın nazikçe tuttu parmaklarından, erkek kendine doğru çekti kadını ve hafifçe belinden tuttu. Kendi bedenini döndürerek yanında durdu kadının. Şimdi ikisi de birbirlerine sarılmış, mavinin derinliklerini seyre dalmış, başka bir dünyada birbirlerine ulaşmaktaydılar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder