15 Kasım 2010 Pazartesi

Algı(??)

Bir yerden bir taş bulup üzerinde ''beni aç'' yazısını görme ihtimalimiz ne kadar düşükse, algılarımızın açılma ihtimali de o derece düşüktür. O taşı açsak bile içinde bir tek tüy bulup ''bu ne lan'' dememe ihtimalimiz de o derece düşük. Ancak bizler anlayamadığımız şeyleri yüceltmeyi ve hatta tapınmayı çok severiz. Üstelik de bu ''anlayamayan'' güruh kendi benzerlerini de görüp daha da coşarsa, asıl anlaşılması gereken şeyler yitip gider. O tüy uçar, geriye bomboş bir taş kalır. Sen de kendini o boş taşın içine kapatıp bomboş bilincini yüceleştirme ritüelleriyle doldurursun. Böylece rahatlatırsın kendini. Hayran olmanın kendini kusursuzlaştırdığını ve kendini de giderek o hayran olduğuna özdeşleştirdiğini sanarak kandırırsın. Halbuki sen azalırsın sadece ve bir yerde zavallılaşırsın.

Aklımız gerçek hayatta olup bitenlerin olasılıklarını hesaplayarak yine olabilecek şeyleri bize çaktırmadan programlarken bizler aklın bize bıraktığı filtreden geçip gidenleri bir süre sonra uyuklayarak takip ederiz. O filtresi kırılmışların yaptıklarına bakınca da sadece hayranlığımız ve bomboş övme laflarımızdan başka bir bokumuz kalmıyor elimizde. Sadece hissetmekle, insan kendini yok edecektir. Hissetmek cennetin kapısının önünde dolanıp durmaktan başka nedir ki? Hissetmek ve içeri almak gerek. Algılamak gerek. Bilmek tüm bütün bunların noktası. Sonrası sessizlik ve yansımalar başlar.