8 Ekim 2010 Cuma

Fromm'u gördüm bugün! - 1 -

FROMM:

Toplumsal kişilik kavramı, toplumsal sürecin anlaşılmasında bir anahtar kavramdır. Dinamik analitik psikoloji anlamında kişilik, insan enerjisinin, insan gereksinimlerinin, belli bir toplumdaki belli varoluş biçimine dinamik bir şekilde uyarlanmasıyla şekillenmiş özgül bir kalıptır. Kişilikse, bireylerin düşünmesini, hissetmesini ve edimlerini belirler. Kendi düşüncelerimiz söz konusu olduğunda bunu anlamak bir anlamda güçtür; çünkü hepimiz düşünmenin psikolojik yapısından bağımsız, yalnız ve yalnız zihinsel bir edim olduğu yolundaki geleneksel inancı paylaşmak eğilimindeyizdir. Ancak bu doğru değildir; düşüncelerimiz, somut nesnelerin deneysel kullanımıyla değil de, ahlaksal, felsefesel, siyasal, psikolojik ya da toplumsal sorunlarla ne kadar çok uğraşırsa, bunun doğruluk oranı da o ölçüde azalır. Düşünme ediminde yer alan tümüyle mantıksal öğeleri saymazsak, bu düşünceleri, büyük ölçüde, düşünen kişinin kişilik yapısı belirler. Sevgi, adalet, eşitlik, özveri gibi tekil kavramlar için olduğu gibi, bir kuramsal dizge için de, bir öğreti için de geçerlidir bu. Her bir kavramın ve her bir öğretinin bir duygusal kalıbı vardır ve bu kalıbın kökleri bireyin kişilik yapısında bulunmaktadır.

KENDİNİ BİLMEZ:

Şunu sanırım net bir şekilde görüyoruz; insan çevresiyle etkileşimde bulunan sosyal bir varlık olduğundan, çevresini oluşturan insanların etkilediği bir düşünce yapısına sahip oluyor. Nitekim etrafımızı gözlemlediğimizde keşler, fahişeler, cemaatçiler, eşcinseller, demokratlar, anarşistler vs. diye var olan gruplaşmaların temelde insanın sosyal bir kişiliğe sahip olmasının etkisiyle kendine uygun bir çevre bulma niyetine giriştiğini söyleyebiliyoruz. Ayrıca bu uç örneklerden sıyrılıp sadece şunu bile söylesek: “daha mutlu ve huzurlu bir dünya vs. vs. için insanların aydınlığa varmasını, daha farkındalıklı bir yaşam sürmesini istiyorum ve bunun için bir şeyler yapmak istiyorum.” Bu düşünce aslında şuna uygun düşer: “içinde bulunduğum toplum bana yetmiyor. İnsanlar kör bir şekilde, öğretilenlerle yaşıyor ve ben, kendimi daha rahat hissetmek adına insanlara bir aydınlık sağlamak ve onlarla beraber yaşamak istiyorum.” Fromm’un bahsettiği toplumun genel psikolojisinden sıyrılmış olan bu ‘aykırılar’ toplum psikolojisinin dayatmalarından kurtulmuş da olsalar yine ‘toplum düşüncesi’ kavramını sürdürerek belli bir gruplaşma isteğini gizlice sürdürürler. Lakin yine de insanı etkileyen bu toplumsal psikolojinin ötesinde kişiliğin farklı özelliklerine yani bireyselliğine yöneldiğimizde kavramları anlamada çeşitlilik gösteren bir takım örnekler görüyoruz. Bunlar da Fromm’un açıklamalarıyla:

FROMM:

Örneğin sado-mazoşist kişilik için sevginin ortak bir olumlama ve eşitlik temeline dayanan bir birleşme değil de, ortakyaşamsal bir bağımlılık olduğunu gösterdik; özveri ya da fedakarlık, kişinin zihinsel ve ahlaksal benliğinin ortaya konması değil, bireysel benin daha üstün bir şeye bütünüyle boyun eğmesi anlamına geliyordu; farklılık, eşitlik temelinde bireyselliğin gerçekleştirilmesi değil, güç dengesindeki farklılık anlamına geliyordu; adalet, bireyin doğuştan getirdiği değişmez hakların gerçekleştirilmesi için koşulsuz olarak hak iddia etmesi değil, herkesin hak ettiğine sahip olması anlamına geliyordu; yüreklilik bireyselliğin yetke karşısında kendisini sonuna dek ortaya koyması değil, boyun eğmeye ve acıya katlanmaya hazır olma anlamına geliyordu. Farklı kişilikte iki insanın örneğin sevgiden söz ederken kullandıkları sözcük aynıdır; ama onların kişilik yapılarına göre sözcük tümüyle farklı anlamlar taşımaktadır.

Düşüncelere şekil veren bir coşkusal kalıbın bulunduğu olgusu, son derece önemlidir, çünkü bu, bir kültürün özünün anlaşılmasında anahtar görevi görür. Bir toplumun içinde bulunan farklı toplumlar ya da sınıflarda, belli, özgün bir toplumsal kişilik vardır ve değişik fikirler bu kişilik temeline dayanarak gelişir ve güçlenir.

Örneğin çağdaş insan, yaşamın temel amaçları olarak çalışma ve başarıya ulaşma fikrini, yalnızlığı ve kuşkuları nedeniyle çekici bulmuş ve onu güçlendirmiştir; ama Pueblo Kızılderililerine ya da Meksika köylülerine durup dinlenmeden çalışma ve başarıya ulaşma isteği vermek için ne kadar uğraşsak, dil döksek, boşuna olacaktır. Farklı bir kişilik yapısına sahip olan bu halklar, konuşmacının dilini bilseler, anlasalar da, bu türden amaçları ortaya koyan kişinin neden söz ettiğini bile anlamayacaklardır. Aynı şekilde Hitler ve Alman halkının onunla aynı kişilik yapısına sahip kesimi, savaşların ortadan kaldırılabileceğini düşünen kişinin tam anlamıyla aptal ya da düpedüz yalancı olduğuna içtenlikle inanacaktır. Kendi toplumsal kişilikleri uyarınca, felaketsiz ve acısız yaşam, onlar için özgürlük ve eşitlik kadar anlaşılması güç bir şeydir.

Fikirler, çoğu kez, toplumsal kişiliklerinin özellikleri açısından kendilerini etkilemeyen belli gruplar tarafından bilinçli olarak kabul edilirler; bu fikirler, bilinçli bir inançlar yığını olarak kalır ama insanlar gerektiği anda onlara göre hareket etmeyi başaramazlar. Buna bir örnek, Nazizmin zaferi sırasında Alman işçi hareketinde görülmüştür. Hitler’in iktidara geçmesinden önce Alman işçilerinin büyük çoğunluğu, Sosyalist ya da Komünist Partilere oy verdi ve bu partilerin fikirlerine inandılar; yani, işçi sınıfında bu fikirlerin yaygınlığı son derece genişti. Ancak, fikirlerin ağırlığı yaygınlıklarıyla orantılı değildi. Nazizmin saldırılan, büyük bir çoğunluğu fikirleri uğruna savaşmaya hazır olan bir siyasal muhalefetle karşılaşmadı. Sol partilerin izleyicilerinden çoğu, yetkeleri olduğu sürece partilerinin programlarına inanıyorlardı gerçi ama, tehlike anı geldiğinde çekilmeye hazırdılar. Alman işçilerinin kişilik yapısını iyice çözümlersek, bu görüngünün—kuşkusuz tek değil— bir nedeni ortaya çıkacaktır. İşçilerin büyük bir çoğunluğunun kişilikleri, daha önce yetkeci kişilik diye tanımladığımız türün birçok özelliklerini taşıyordu. Yerleşik yetkeye karşı yerleşik bir saygıları ve özlemleri vardı. Sosyalizmin, yetkeye karşı bireysel bakımsızlığı, bireysel soyutlanma yerine dayanışmayı öne çıkarması, bu işçilerden pek çoğunun, kişilik yapıları gereği, istedikleri şeyler değildi. Devrimci liderlerin yanlışlarından biri, partilerinin gücünü, yalnızca bu fikirlerin yaygınlık oranına göre hesaplamaları ve ağırlıktan yoksun olduklarını göz ardı etmeleriydi.

Bu görüntünün tersine, Protestan ve Calvinci öğretilerin çözümlenmesi, seslendikleri insanların kişilik yapılarında bulunan kaygı ve gereksinimlere yanıt vermeleri nedeniyle, yeni dinin izleyicileri üzerinde etkili birer güç olduğunu göstermiştir. Başka deyişle, fikirler, yalnız ve yalnız, belli bir toplumsal kişilikte önem taşıyan özgül insansal gereksinimlere yanıt verdikleri ölçüde büyük birer güç haline gelebilirler.

KENDİNİ BİLMEZ:

Bu söylenenlerin ardından şunları sıralamakla bir hata etmiş olmayız sanırım: en başta söylediğimiz örnekte de olduğu gibi insan kişiliğindeki farklı noktalardan dolayı ayrışma yaşadığı topluma bağlı kalsa da veya tamamen toplum psikolojisine uygun biçimde yaşasa da kendi bireyselliğini mutlaka koruyacaktır. Toplumu yöneten veya topluma yön veren kesimin düşüncelerini başarıya ulaşması yönetmek istedikleri kesimin bireyselliğine seslenebilmeleriyle gerçekleşebilecektir, Fromm bu noktaya kadar bize bunu detaylıca açıklamıştır. Fakat bu durumda asıl soru şu oluyor: her insanın kendini diğerlerinden ayıran bireysel kimliği varsa bu durumda ‘şekillendirici’ kesimin bu her bireyi ayrı noktalarından tutup yakalaması ve onlara hitap edebilmesi nasıl gerçekleşmektedir? Belki de kişi sosyal insan olmanın zararını burada görmekte ve belli durumlarda toplumsal sıfatını bireyselliğinin önüne koyarak ayrışmaktan kaçınmaktadır. Bunun en güzel örneklerinden birini Dogville filminde görürüz: filmde Grace karakterini canlandıran Nicole Kidman’ın önce bir erkeğin tecavüzüne uğraması sonra bunun ayyuka çıkmasıyla olayın ‘kadın tahrik edicidir’ anlayışıyla sansürlenip bu durumun topluma sonradan dahil olan ‘kadın’ yabancının üstüne yıkılması; ardından erkeklerin ona karşı isteklerini dizginleyemeden gizlice tecavüz etmeleri ve daha sonra gizlenmeye gerek duymadan arzularını, üstelik bu sefer de ona sahip olmayanın dışlanacağı korkusuyla, giderirler. Yani aslında birçok insanın reddedeceği tecavüz olgusunun bir şekilde ‘erkek olmak’ kavramına sığınıp dışlanmamak adına nasıl cebri bir hal alabileceği oldukça net bir şekilde gözler önüne serilmektedir. İnsanoğlu kendi özgül gereksinimlerine yanıt verdiği sürece fikirleri kabul ettiğiyle kalmayıp fikirleri eğer isterlerse kendi özgül gereksinimlerine de uyarlayabilmektedir diyebiliriz bu anlamda.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder