10 Ekim 2010 Pazar

Sinan Çetin'den 'Kağıt' üzerinde bir film!

Altın Portakal Film Festivali kapsamında Sinan Çetin’in son filmi Kağıt’ı izleme fırsatı buldum. Fragmanından da izlediğim kadarıyla yine spekülatif bir film yapamaya karar verdiğini anladım. Nitekim filmi izledikten sonra da farklı bir şey düşünmedim. Sinan Çetin farklı bir bakış açısı ile kanunlar ve getirdikleri düzensizliği gözler önüne sermek istemiş. Fakat sahip olduğu bu yeni bakış açısı “farklı noktadan aynı mantıkla bakmak” olunca aslında değişen hiçbir şeyin olmadığı da ortaya çıkıyor.

Film, sosyal içerikli bir film çekmek isteyen Muharrem ve etrafındakilerin, onlara bu film için izin vermeyen Memur Müzeyyene karşı yaşadıklarını konu alıyor. Muharrem’in film için istediği izinler Müzeyyen’in katı bir tavırla kanunlara uyması nedeniyle reddediliyor ve onun bu reddedişleri bir insanın hayatına, birçok insanın ve bir ailenin yok olmasına neden oluyor. Muharrem de bu yapılanlara karşı bir intikam mücadelesine girişiyor.

Ve asıl sorun da işte burada ortaya çıkıyor. Sinan Çetin bu yapılanlara karşı intikamını nereden almak istiyor? Düzenin kendisinden mi yoksa kendi benliğinin bile farkında olmayan kendince düzeni korumaya çalışan bir ‘düzen askerinden mi’? Sinan Çetin bize şunu anlatıyor: “eğer Müzeyyen arkasındaki güce sığınmayıp bir imzayı atsaydı, birçok insanın hayatı değişecekti ama o kanunların ezici gücüne boyun eğip diğerlerinin hayatını mahvetti.” Evet, kabul edelim ki genel anlamda kanunların gücüne karşı bir tepki var fakat bu tepki kesinlikle devlet yapısını ve anlayışını sorgulatmaya yönelik değil. Bu tam olarak, kanun uygulayanlarla, kanunla karşılaşanların bir ayrışma yaşaması isteği, insanlar arası bir bölücülük isteği. Devletin uyguladığı fiziksel şiddete karşı Sinan Çetin’in uygulamaya çalıştığı psikolojik şiddet talebi. Gösterilmeye çalışılan şey güzel evet, kanunların insanları ne hale getirdiğine bir bakın diyor Sinan Çetin; ama sorunun kökenine inmek yerine yüzeydekilerden intikam almak peşinde kalıyor. Bu da ‘amacın üzümü yemek değil bağcıyı dövmek’ olduğu anlamına geliyor.

Asıl ürktüğüm şey ise filmden çıkarken insanların “çok güzel, çok harika bir filmdi” demeleriydi. Bu bölüşme fikri, bir şeyi uygulayanla ona maruz kalan arasındaki bu çatışma ortamının körüklenmesi fikri insanlara nasıl güzel gelmişti anlayamadım.

Ve ürktüğüm bir şey daha varsa o da çıkışta kapıya doğru ilerlerken arkamdan gelen Güven Kıraç’ın göbeğinin kıçıma kıçıma değmesi oldu. Sonra ben de önümdeki Selim Demirdelen'e değdim. Böyle bir anda tren olduk. Uvv, korku filmi gibiydi:)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder